7 Eylül 2009 Pazartesi

Böyle tarifi zor bir şey. Kalbiniz yerinden çıkacak gibi olurya hani. Bazen de korkudan olur bu.

En yakın arkadaşınla yaptğın son konuşma kazınır hafızana. Aplal bir fiş onunla içtiğin son kahvenin ve ikinizin son anısı olarak kalır anıların bulunduğu diğer kutuda.

En yakın gördüğüne güvenirsinya hani. Yanlış bu. Öyle bir nokta geliyor ki bildiğini söylemek için bile yüzüne bakamıyorsun. Kızgınlığını bile kusamıyorsun yüzüne bir yere kadar. Sessizliğinle bekliyorsun o'nun vereceği ilk tepkiyi. Anlamsızlıklarla dolu aslında hayat. En çok güvendiğin niye sana zarar vermek istesin ki? Gördüğünde bile inanamıyorsun, inkar ediyorsun. "Yok olamaz, o değildir" diye çıkışırken ailene, sadece o'na açılıyor bu yanlışın kapıları. Kalp çarpıntıları ve panik atakları bırakmıyor yakanı. İnanamazken sen bütün bunlara bir gün bu konu da açılıyor tabii. Konunun açıldığı yerde de kapanıyor defterin son sayfası. En yakın arkadaşını kaybettiğini bile bile kusuyorsun sinirini.

Neden? İşte bu, benimle birlikte ailemin ve dostlarımın sorduğu soru. Peki ya kötü şans? En sevdiğin arkadaşının bile aslında seni sevmediğini öğrendiğin an ise tam olarak bir ömre bedel. Bir ömürlük güveni söküp alıyor içinden. Gözyaşları ise faydasız. Olan olmuş, biten bitmiş çoktan...

Özlemek mi? Belki her gün, ama bazen yapılan yanlışlar silinmiyor hafızadan. Kendime bulduğum çözüm ise düşünmemeye çalışmak...

Hoşçakalın...

4 Eylül 2009 Cuma

Bence bu hayvan, bir insanın insan olduğuna şükretmesini sağlar.

Ya siz de tosbağa olsaydınız? Hayır. Kaplumbağaya karşı değilim. Çok şeker, çok tatlı bir hayvan. Uyuşuk biraz, tembel yani. Ama gene de yeşil bir kabuğu var ve sevimli bence.

Tek sorun "tosbağa" isminde. Bu nasıl bir yakıştırmadır efendim? Küfür gibi resmen. Yok küfür olmasa, e bu sefer de komik. Kuğu da bir hayvandır, tosbağa da. Öyleyse neden birnini adı son derece naifken diğerininki küfür gibidir? Küçük, kabuklu bedenine yakıştıracak daha güzel bir isim bulamamış mıyız bu tatlı hayvanın? İşte bunu sorgular dururum iftar saatini beklerken.

Ek olarak bir açıdan da kıskandığım hayvandır bu. Düşünsene nerede akşam orada sabah. Eve gitme derdi yok. Uykum geldi hoop yattım ben. Karavanı var resmen.

Ne yaparsın, can sıkıntısı mirim.

Aslında hepimizin yabancı dizi ve filmlerden alışık olduğu bir görüntüdür bu. Muhabbet eden iki kişinin elinde mutlaka dikdörtgen bir kutu ve bir çift çubuk vardır. Bir yandan konuşurlar bir yandan da bizim "çubuk makarna" dediğimiz şeyden yerler.

Küçükken düşünürdüm; mis gibi porselen tabak varken neden insan kutudan yer ki? Çocukluk günlerimde yaptığım bu sorgulamalardan sonra, yirmili yaşlara yaklaştığım günlerde tamamen merak kaynaklı bir yemek siparişi verdim. Genelde dışardan yemek siparişi verdiğimde tercih ettiğim yerlerin hepsine büyük bir ayıptı yaptığım. Yıllarını bana vermiş Mc Donald's ve diğer lahmacuncular sanki küskündü artık bana. Merak etmiştim işte...

Yaklaşık 30 dakika sonra kapım çaldı, ödemeyi yaptım ve işte o an gelmişti. Tabii ki ben de kutudan yiyecektim ancak bünyemin de bir sınırı vardı yabancılaşmaya. Güzelim noodle kutusunun altına koydum cam tabağımı. Yağ dökülür falan. Benim de Çin halkına uyumum ancak bu kadar olabilmişti. Çubukları bir süre inceledikten sonra kağıdından aldığım tutuş tavsiyesiyle ilk lokmamı aldım. Bildiğim makarnaydı da, sanki biraz aceleye gelmişti. Tam pişirememişler miydi? İlk anın verdiği yabancılıktan sonra çubuk işini kaptım ve mutlulukla yedim kutumdakini. (Böyle söyleyince garip oluyor değil mi?)

Evet damak zevkleri gerçekten çok farklı. İlk yediğimde düşündüğüm "Ne biçim pişirmişler bunu?" fikrim bir süre beni terk etmedi. Noodledan sonra tavuklarını, ördeklerini ve sebzelerini de denedim. Her şey mümkün olan en az seviyede ve genelde buharda pişmiş olarak geliyor. Sebzeler neredeyse çıtırlığını bile kaybetmemiş oluyor. Porsiyonlarda bizim bildiğimizden çok küçük. Kısaca çok yiyemiyorsunuz ama ilginçtir ki doyuruyor da. Bir sürü kez yemiş olmama rağmen bana hiç mide ağrısı çektirmemiş olduğundan da saygıyla eğilirim önünde bu mutfağın.

Günün bu saatinde neden bu konudan bahsettiğimi ben de bilmiyorum doğrusu. Şu an acıkmış olmamdan kaynaklanabilir.

Afiyetler olsun herkese.

3 Eylül 2009 Perşembe

Gerçekten çok ilginç bir deneyimdi anlatacağım.

Bu tür olaylara "Fala inanma, falsız da kalma" mantığından daha bağımlı olmayan ben, şaşkınlığıma yenik düştüm geçtiğimiz gün. Can sıkıntısı sonucu bakmaya karar verdiğimiz fal gerçekten hepimizi şaşırttı. Arkadaşımın odasından getirdiği kartlar herkesin kolaylıkla bulabileceği saçma bir tarot destesiydi. Yanında kitabıyla birlikte jelatinlemişler ve kitapçının rafına koymuşlar bunları... Beğenen almış... Eğlenmek isteyen almış... İnanan almış...

Bizimki ise tamamen eğlence amaçlıydı. Kartların kutusuna uzaktan bakan herkes kendi içindeki eğlenme isteğiyle "haydi bakalım" dedi ve kartların paketini ilk kez açtık. İki farklı düzende bakılabiliyor. Birinde daha az kartla daha hafif yorumlar, diğerinde ise -yanlış hatırlamıyorsam- 26 kart ile hayata dair geçmiş, bugün ve gelecek yorumları yapılabiliyor.

İlk bakılacak kişi bendim. Sehpanın diğer tarafından -hiç inanmayarak- sol elimle birkaç kart seçip arkadaşıma verdim. Daha sonra kitaptan okuyarak çeşitli yorumlar yapılmaya başlandı. İşte bu kısım gerçekten çok ilginç. Kitap kağıtların olabileceği yerlere göre değişik yorumlar getirmeye yardımcı oluyor ve bunun sonucunda bahsedilen şahısların saç renkleri bile tarif edilebiliyor. İlk tarifte "yea evet n'olmuş ki herkesin o renk saçı olabilir" dedim ancak ikinci ve üçüncü yorumlar gerçekten ilginçti. Kendi elimle seçtiğim şu saçma kağıtlar benimle ciddi anlamda dalga geçmişti.

İkinci sırada arkadaşım vardı ve bu kez kağıtları açacak kişi bendim. O seçti, ben yerleştirdim gerekli yerlere ve başladım sıradan açmaya şu bizim saçma kağıtları. Gerçekten belirli bir tarih sırasına göre olan olayların inceden bir yorumu geldi kitaptan bize.

Tabii ki bunlar kitabın sahip olduğu mistik güçlerden dolayı olmadı. Biz birbirimizi tanıyorduk ve okuduğumuz her yorumu yaşadığımız bir olay ile bağdaştırabiliyorduk. Peki ya ten rengi, saç rengi? Evet tesadüf ancak daha önce hiçbir eğlence amaçlı açılan kartta olmadığı kadar büyük.

Kitabın kapağındaki yazıyı okudum fallarımız bittikten sonra. "İzmir büyücüleri fala nasıl bakarlardı?" Kitabı kapattım ve gülümsedim. Saçma bir Amerikan filmi tadında birkaç saat yaşamıştık ancak keyifliydi. Bu tarz şeylerle eğlenebilen insanla tavsiyem olur bu deste. İnanmak mı? Hayır tabii ki. Sadece gülün.

Tekrar görüşünceye dek hoşçakalın...

22 Ağustos 2009 Cumartesi

Tam da birkaç saat önce düşünüyordum bu konuyu. Mükemmel olanın ne olduğunu kimse bilmiyor sanırım. Aslında herkesin kendine göre ayrı bir fikri olmalı . Ne de olsa parmak izlerimiz farklı değil mi?

Nasıl ulaşılır ki buna? Bana göre mükemmel olan sana göre o kadar farklı olabilir ki. Evet görecelilik kavramı da buradan doğuyor. Buna göre ben sadece kendim için mükemmel olabilirim. Düşüncem bu aşamaya geldiğinde bu kez kendimi sorgulamaya başladım. Nasıl olur ki bu mükemmellik dediğin? Hangi konuda? Bir konuda yetersiz olduğumu düşündüğümde kendimi geliştirmek için elimden geleni yaparım elbet. Fakat ya ben "mükemmel" olana ulaşana dek benim bu konudaki anlayışım değişirse? Hani değişmeyen tek şey değişimin kendisiydi? Evet... O halde ben mükemmeliyet yolunda koşumu yaparken, yolun sonundaki bayrak kendiliğinden başka bir yere taşınabilir. Yani "boşa kürek çekmek". Bunun da olmayacağına karar verdim.

Peki ya mükemmel olsaydım? Hani olmaz ya, oldu diyelim. Hemen gidip kendimi bir ağaca asmam gerekirdi herhalde. Yapacak neyim kaldı ki ben mükemmelsem? Daha iyi bir okula mı gideyim? Olamaz, mükemmelim ben. En iyi okul zaten benimki şu şartlarda. Daha iyi bir vatandaş mı olayım? Mümkün değil, zaten en iyisi gene benim. İşte bu örnekleri sıralamaya başladığımda bunun bir sonunun olmadığına karar verdim.

Aslında hedeflere sahip olmanın sebebi yaşama tutunmaktır. Vazgeçmemek için işe yaradığını bilmek ister insan nedense. İşte bu noktada yandaki kapı açılır ve içeri mükemmellik girer. Hep daha üstü, hep daha fazlası olmaktır o. Amaçsız kalıp kendini bir ağaca asmak yerine her sabah güneşin doğuşu ile başlayan yeni döngüye katılmaktır.

Bunları düşünmeye başladığınızda, bir noktadan sonra en başa dönüyorsunuz. Hayat başa sarıyor sizi kısaca.

Bu tarz konularda en mantıklı şeyin çok sorgulamamak olduğunu düşündüğüm halde gece gece kendimi bu konulara gark etmişimdir. Yersizliğini bile bile sorgulamış, cevabımı alamamış ve sonucunda susmuşumdur.

Görüşmek üzere...

Her insan için farklı konularda olabilen bir şeydir. Fakat öyle lanettir ki uykuları kaçırır hatta bayıltır. Kiminde böcek korkusu, kiminde yükseklik korkusu. Çeşit çeşit tuhaflıklar var işte.

Kendin de bilmiyorsun neden korktuğunu.

Geçtiğimiz günlerde başımdan geçen bir olayı paylaşmak istiyorum. Ablamın evinin yakınlarında bahçede bir duvarda sarmaşığın dibinde pis hatta iğrenç böceklerin yuva yaptığı bir alan var. Gece karanlığında yürürken böcekleri görmeyen şahsıma "orada böcekler vardı, bu tarafa gel" dendiği anda gözlerim kararmıştır.

O çok farklı bir an. Bir anda başınızdan kaynar sular dökülüyor. Korktuğun şey ise hacmi itibariyle minik bir böcek. Mikrop taşımaktan öte bir zararı yok. E zaten eline alıp bıcı bıcı diyerek sevmiyorsun kendisini. Uzaktan görmeye bile dayanamazken birden aralarından yürüdüğünü farkedince ise gözler kararıyor, bir anda aile fertlerinden birinin kollarında buluyorsun kendini.

Evet bu ciddi bir sorun bence. Bunların tedavisi ile ilgili çeşitli yöntemler varmış. Profesyonel destek almanın yanında "korkularının üzerine git" dediler bana hep. Düşünüyorum da yazdığım bu yazının yanına konuyu pekiştirmek için bir kara böcek resmi bile koyamayacağım hazır sahur vakti de yaklaşmışken bulantı yüzünden bir şey yiyemez hale gelmeyeyim diye. Nasıl gidebilirim ki üzerine korkunun? Üzerine gitmek ne kelime, ben yanından geçsem bayılırım. İşte bu yüzden "fobi" diyorlar buna.

Tedavisi ile ilgili bilgi sahibi olmamakla beraber nasıl olduğuna dair büyük merak içindeyim. Böceği getirip yanımdaki koltuğa mı koyacaklar? Böcek, bu Z.T mi diyecekler? Evrenin çözdüğümüz kadarının dışında eğer bu hayvan düşünebilen bir organizma ise, bana içinden "gerzek" diyecektir kesin.

Evet sıkıcı bir mesele ama görünen en net şey elden gelen bir şeyin olmamasıdır bence. Uçak fobisine rağmen bindiği uçakta kalp krizi geçiren Kemal Sunal'ı kaybedişimizi düşündükçe bir kez daha yanar içim. Aslında ne kadar basit gördüğümüz bir konu nelere sebep olmuş şu hayatta...

Evet... İyisi mi uzak dursun herkes korkusundan. Peşimizden gelmiyor nasılsa "bö" demek için...

İyi sabahlar.

17 Ağustos 2009 Pazartesi


Asla anlaşılmıyor bunun ne olduğu ya da sebebi. Bir bakmışsın kilometreleri aşıp gelmişsin yanına, bir bakmışsın tatildesiniz beraber.

Her anı sürprizlerle dolu ama hafiften bir korku ile. Gerçek şans şu ki; karşılığının olması. Evet biliyorum... Herkes karşılık beklemeden sevdiğini söyler ancak asıl beklenen şey karşıkıltır gene. Sabah uyandığında tam da onu düşünürken telefonuna gelen "günaydın" mesajıdır. Kim mutlu olmaz ki bundan?

Uçuk pembe ve tatlı bir lila ile başladıktan sonra ise ikinci gerçek şans devreye giriyor; uyum. Ortak düşünceler, Ortak zevkler derken aslında hiç farketmiyorsunuz ortak bir hayata doğru güvercin adımlar attığınızı. Yediğiniz yer fıstığının bile yarısı olabiliyorsa "o", evet doğrudur.

Bir diğer önemli parçanın alt geçidi ise saygı duymaktan geçiyor. Bu kendinle ilgili. İlk ikisini aşmışsan kişiliğin devreye giriyor. Gerçek anlamda fedakarlık yapmak... En minik mesele için bile olsa kendinden bir parçacık değiştirmek. Eğer göze alabiliyorsan bunları, saygı otobüse binmiş, akbilini basmış ve cam kenarında oturmuş geliyordur.

Bundan tam 173 gün önce yazdığım her şeyin aksini düşünen biri olarak olayın ötesindeki gerçeği farkettim.

Değişim sadece mutluluk ile birlikte olduğunda harekete geçiyor. Yoksa o kadar tembel ki...

Herkesin içinde bulunan ikinci "kendi"siyle olabilecek en mükemmel anda karşılaşması dileğiyle.

İyi geceler.

;;